5 Şubat 2010 Cuma

SOYSUZLAR ÇETESİ: Sinema ve İktidar



Michel Foucault toplumsal dinamikleri iktidar mücadelesiyle açıklıyor. İnsanları, toplumları ve buna bağlı olarak devletler arasındaki ilişkileri birbiri üzerinde yarattıkları güç ile tanımlıyor. Sinemayı da bir iktidar alanı olarak ele aldığımızda, sinema salonuna giren seyirci filmin ve doğal olarak yaratıcısının yani yönetmenin iktidarı altına giriyor. Yüzlerce seyirci karanlık bir salonda metrelercekare büyüklükle temsil edilen insanların ve onlara yön veren yönetmenin gücü altına girmiş oluyor. Film boyunca seyirci hikayeye teslim olarak filmin etkisi altına giriyor.


Sinemanın gücünün farkında olan Nazi yönetimi ya da Hollywood sineması bu büyülü aracı bir propaganda aracı olarak kullanmaktan vazgeçmedi(geçmiyor). Bu büyülü görsel temsil sanatı kitlelerin yaşam ve düşünme tarzlarını belirleyen en önemli etkenlerden biri oldu. Amerikan sineması olmasa Amerika’nın kültürel emperyalizm planı bu kadar rahat kitlelere entegre edilebilir miydi? Ekranda idealleştirilen yapay “dünya”lar izleyicinin hayatında bu kadar etki bırakabilir miydi? Seyirciyi bir ışık oyununun karşısında ağlatabilen, güldürebilen ve iyi hissettirebilen bir mecranın gücünün seyirciyi fiziksel ve duygusal olarak iktidarı altına alabilmesinden kaynaklandığı oldukça aşikar.


Quentin Tarantino’nun “Soysuzlar Çetesi”(Inglorious Basterds) her Tarantino filmi gibi sinema sanatının ontolojik yorumlanmasıyla söylemini oluşturan bir yapım. Filmini dört bölüme ayıran Tarantino ilk bölüme “Once upon a time...in Nazi-occupied France”(Bir zamanlar Nazi egemenliğindeki Fransa’da) yazısıyla başlangıç yapıyor. Filmin yapısı içinde bir önsöz olarak işlev gösteren bölüm, Sergio Leone’nin mizansenlerine bir saygı duruşu niteliğinde tasarlanmış. Film bir rivayet üzerinden açılarak ve spaghetti western estetiğinde sunularak filmin geri kalanının bir “tarihi masal” olarak okunması gerektiğini söylüyor. Bu masal içindeki karakterlerin bir Leone westerninden de pek farkı olmadığı hatırlatılmış oluyor. Fransa’nın savaş zamanı Nazilerle işbirliği yaptığı düşünülürse, bu bölüm tarihsel bir gerçeğin, bir ev ve orada saklanan Yahudilerin mikrokozmik tasviri altında, bir toplumun II. Dünya Savaşı’nda takındığı tavrı da gözler önüne sermiş oluyor.



Filmin ilk bölümü yine filmin her parçasına sinmiş olan “bireysellik” olgusunu da gözler önüne seriyor. Ne olursa olsun kimsenin kahraman olamadığı ve herkesin sadece kendini düşündüğü, her ne kadar bize “masal” gibi anlatılsa da insanoğlunun bencil yüzünün hep geri planda tutulmaya çalışıldığı tarihsel bilgilerin gerçek yüzü bu sahte dünyada ortaya çıkmış oluyor. Bireysellik üzerinden film, devletlerin ya da toplumların birbirinin üzerinde kurmaya çalıştığı iktidarın aslında bireysel iktidarın kurulmasına denk düştüğüne dair bir söylem geliştirmiş oluyor. Binbaşı Hans Landa Nazilerin ideolojisini desteklediği için değil, kişisel zevkleri ve çıkarları için Yahudi avcılığına girişiyor ve savaşın kaybedileceğini anladığı anda Amerikalıların tarafına geçerek onlara sığınmanın planlarını yapıyor. Filmin başındaki çiftliğin sahibi Pierre LaPadite ailesini korumak için sakladığı Yahudilerin yerini söylemek zorunda kalıyor. Shosanna kişisel intikamını Nazilerden almak istiyor. Yahudilerden oluşan Soysuzlar Çetesi de aynı intikam duygusuyla Nazi kafa derisi avına çıkıyorlar. Hans Landa olsun, Nazi kılığındaki Amerikan ajanları olsun, Shosanna olsun ya da soysuzlar çetesinin üyeleri olsun hepsi bir “av”a çıkıyorlar. Bu karakterler dünya denilen bu büyük vahşi ormanın içinde en ilkel duygularıyla birbirlerinin avına çıkıyor ve birbirlerini öldürmek istiyorlar. Kimse bu ölümleri bir ideoloji uğruna gerçekleştirmiyor, hepsi kişisel rahatlama ya da çıkar üzerine kuruyor avlanma motivasyonlarını. Kelimenin tam anlamıyla bir kafesin içine(kilitlenmiş bir sinema salonuna) çekilip, tuzak kuralarak Naziler avlanıyor. Aynı şekilde Naziler de Yahudileri saklandıkları "kafesler"(evler) içinde avlayarak yok etmeye çalışıyor.


Böylece Tarantino, film içinde farklı tarafları temsil eden her karakteri aynı “taraf”a yerleştiriyor. Kızılderililerin yaptığı gibi “emperyalist”lerin fakat bu sefer Alman emperyalistlerin kafaderisi yüzülüyor. Bir Yahudi fırsatını bulduğu an tüm Nazileri aynı acımasızlıkla yok edebiliyor. Tarantino ironik bir şekilde anlattığı hikayesinde Nazileri tabii ki de diğer tarafla bir tutmuyor fakat II. Dünya Savaşı’nı bir gösterge olarak ele alıp insanoğlunun içindeki ilkel dürtüleri ortaya çıkarmış oluyor. Herkesin tek derdinin iktidar olduğunu bir kere daha hatırlatıyor. Film bu alternatif Nazi “soykırımı” bakış açısıyla ve kurduğu “kendinin farkında olan film” yapısıyla seyirciyle, tarihle ve tarihi yazan sinemayla da birebir iletişime geçiyor ve hepsine söyleyecek bir sözü olduğunu gösteriyor.


Kitle iletişim aracı olarak sinemanın gücünden daha önce bahsetmiştik. Sinemanın insan algısını etkileyen gücünün tam karşılığını Soysuzlar Çetesi’nde görebiliyoruz. Film bir tarih kitabı gibi “chapter”lara ayırdığı öyküsünü, aynı şekilde yeri geldiğinde flashbacklerle de destekleyerek ekranda kendi yazdığı tarihe dair de bir şey söylüyor. Kendi sinemasal zamanı içinde geriye giderek bir tarih yani geçmiş hatırlatıcılığına soyunuyor. Tarihin kazananlar yani iktidar sahipleri tarafından yazıldığı gerçeği sinemaya denk düşmeye başlıyor.Tarantino böylece kendi yazdığı tarihi de seyirciye hatırlatarak, beyaz perde üzerinde kurduğu otoriteyi bize bir kere daha hatırlatıyor.



Filmin ve gösterim sırasında sinema salonunun tek iktidar sahibi olan yönetmen, tarihi beyaz perdede yeniden yazar. Yönetmen de bunun bilincinde olarak tarih hakkındaki yorumunu istediği gibi seyirciye aktarabilir. Daha filmin en başında “sahte” bir tarih yazıcılığına soyunan Tarantino II. Dünya Savaşı filmlerini ve bu filmlerle oluşturulan kahramanlık hikayelerini, seyiricinin gözünü boyayan epik anlatıları ve tabii ki her daim “şeytan” olarak gördüğümüz Nazileri tam anlamıyla sinema perdesine hapsediyor ve hepsini sinema salonuna yakarak gömüyor. Bir iktidar nesnesi olarak kullanılan sinemanın şu ana kadar yazdığı “sahte” tarihi reddediyor ve “o iş öyle yapılmaz, böyle yapılır” dercesine sinema tarihi içindeki tarihi anlatıların kendi yarattığı sahte tarihsel gerçeklikten pek bir farkı olmadığını gösteriyor. Ki bunu tam olarak Nazilerin kendi propaganda filmlerini gösterirken yapması da filmin sinemanın tarihsel bağlamda kullanılmasına dair olan sözünü güçlendirmiş oluyor. Gösterilen film Shosanna’nın sonradan kurguladığı, Nazilere söylediği “son sözüyle” kesiliyor. Naziler böylece birazdan ölümlerine neden olacak olan tanrıbenzeri bir ışığı dinlemek zorunda kalıyorlar, perde yansa bile ışığı hala dumanların üzerine yansımaya devam ediyor ve ekolu bir ses haline dönüşüyor. Sinemanın hem “gelecekten haber veren” hem de “geleceğe yön veren” yönü “öldürücü” gücüyle birleşiyor. Sinemanın izleyici arındıran aynı zamanda üzerinde iktidar kuran yapısı böylece beyaz perdede şekillenmiş oluyor.


Tarantino, sinema perdesinin ve anlatılan hikayenin tek hakimi olduğunun farkında olduğunu açık ediyor. Sinema seyircisine de Nazilerin hepsini sinema salonunda yakarak sürreal bir arınma duygusu yaşatıyor ve II. Dünya Savaşı filmlerine kendisince bir son nokta koyuyor. Sinemanın gücü kutsanırken, aynı zamanda sinemanın seyirciyi kontrolü altına alan yanı açık edilerek seyircide bir “uyanma” etkisi yaratılmak isteniyor. Seyirci yalan olduğundan emin olduğu tarihsel bir hikayeyi film izlediğinin farkına varabildiği için izliyor. Tarantino’nun bu “kendinin farkında film” yapısı aynı şekilde “kendinin farkında olan yönetmen” söylemiyle de birleşiyor. Çünkü Tarantino yarattığı başyapıtın farkında olarak filme son noktayı koyuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder